
Rahman ve Rahîm olan Allah’ın (c.c.) adı ile…
Kibir, imanı kemiren, insanı küçülten kötü bir huydur. Allahü Teâlâ’nın (c.c.) verdiği nimetlerle Allahü Teâlâ’nın (c.c.) kullarına karşı kibirlenmek, nefis ve şeytanın insan tarlasına ektiği nifak tohumlarıdır. Müslüman böyle bir tohumu benliğinde besleyemez. Şeytan, kibri sebebi ile Allahü Teâlâ’nın (c.c.) huzurundan kovulmuştur.
Allahü Teâlâ (c.c.) Kur’an-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde kibri ve kendini beğenmiş zorbaları kötülemiş, kınamıştır.
Nitekim Allahü Teâlâ (c.c.);
“Muhakkak ki Ben,(batıl dinler ve aşırı zulümler gibi) hak olmayan şeyler nedeni ile yer(yüzün)de büyüklük taslamayı sürdüren o kimseleri(, kitaplarımda ve cihanda açıkladığım) ayetlerim(i iyice düşünmek)den çevireceğim. Bu yüzden onlar her bir ayet (ve mucizey)i görseler de (körü körüne taklide daldırdıkları için) ona inanmazlar. Hidayet yolunu görseler onu(bir kereliğine bile denemek için takip edecekleri) bir yol edinmezler. Ama sapıklık yolunu görecek olsalar onu (sürekli tercih edip izleyecekleri) bir yol edinirler.
İşte sana! Bu(şekilde doğru yoldan tamamen yüz çevirip, kötü yola tümüyle yönelmeleri), şu sebepledir ki onlar gerçekten Bizim ayetlerimizi yalanlamıştılar ve (yanılma yüzünden değil de inadına yüz çevirme gafletine düştükleri için) onlar(ı iyice düşünüp nazarı itibara almak)dan gafil kimseler olmuştular.”[1]
Ayet-i kerimesinde kibredenlere karşı çok ağır fakat haklı bir ifade ile;
“Kur’an-ı Kerim’i anlamayı kalplerinden kaldırır, tefekkür ve ibret almaktan mahrum bırakırım” buyurmuştur.
Kibir helak edici sebeplerdendir. İnsanların hiçbiri yoktur ki, kibrin bir çeşidinden boş bulunsun. Kibri sökmek farz-ı ayndır. Fakat sadece temenni ile sökülmez. Muhakkak tedavi etmek, kökünü kesen ilaçlar kullanmak lazımdır. Bunun için de iki tedavi çeşidi mevcuttur:
- Kibrin temelini dipten kaldırmak. Ağacını, kalpteki kökünden söküp atmaktır. Bu da ilim ve amel ile olur.
- Arızi olan kibri, yani insanın başkasına karşı kibirlendiği özel sebepleri bertaraf etmektir.
Büyüklük Allahü Teâlâ’ya (c.c.) mahsus bir özelliktir. Azamet ve yücelik ancak O’nun şanına yakışır. Nitekim Cenab-ı Hak (c.c.) hadis-i kudsisinde şöyle buyurmaktadır:
“Kibir ve yücelik benim gömleğim, azamet ve ululuk benim cübbemdir. Kim bu iki vasıfta benimle cedelleşirse onun belini kırarım.”[2]
Bu cüreti gösterenlere Allahü Teâlâ (c.c.);
“(Cehennem bekçileri tarafından onlara) ‘İçerisinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından girin! İşte o (hakkı kabul etmekten ve peygamberlere boyun eğmekten) kibredenlerin ikametgâhı pek kötü olmuştur’ denilir.”[3]
“Girin cehennemin kapılarından! İçerisinde ebedi kalıcılar olarak! İşte o(imandan) büyüklenen (kâfir)lerin ikametgâhı pek kötü olmuştur.”[4]
Ayet-i kerimeleri ile haddini bildirmiştir.
Bir gün Kureyş, asaletleri ile övünmeye başladılar. Bunları dinleyen Hz. Selman-ı Farisî (r.a.);
“Benim övünülecek bir tarafım yok. Çünkü ben bir nutfeden yaratıldım. Sonunda da kokmuş bir leş haline geleceğim. Sonra da kıyamet günü terazi başına gideceğim. Sevabım ağır gelirse iyi insanım, günahım ağır gelirse kötü insanım” dedi.
Gururun faydasız olduğunu insanlar ancak öldükten sonra daha iyi anlayabilecektir. Nitekim Hz. Ali (r.a.) buyurur ki:
“İnsanın şerefi, yüksek himmetindendir. Yoksa ecdadının çürümüş kemiklerinden ona bir şeref gelmez.”
İnsana gereken, akıl, ilim ve marifettir. Gururdan da ancak bu üç hasleti elde etmekle kurtulunur. İnsanlık tarihine baktığımızda, kim kibirlenmişse zelil olup küçülmüştür. Kim de tevazu sahibi olmuşsa aziz olmuştur.
Tevazu, gurur ve kibrin karşıtı olup Allahü Teâlâ’nın (c.c.) yüceliği karşısında insanın kendi zayıflığını kabul etmesi, sahip olduğu mal, mülk, mevki ve makam sebebi ile büyüklenmemesidir.
Efendimiz (s.a.v.);
“Kim Allahü Teâlâ(c.c.) için tevazu sahibi olursa, Allahü Teâlâ (c.c.) onu yüceltir. Kim de büyüklenirse Allahü Teâlâ (c.c.) onu zelil eder”[5]buyurarak tevazunun önemine dikkat çekmiştir.
Hukemadan birisine sordular:
“Kıskanılmayan nimeti, kendisinden ötürü sahibine acınmayan belayı bilir misin?” Cevap verdi:
“Evet. Kıskanılmayan nimet tevazu, sahibine acınmayan bela ise kibirdir.”
Tevazuda itidal, kişinin hak ettiği mevkiden aşağı bir mevkie razı olmasıdır. Çünkü kişi nefsine hâkim olmayı becerebilirse onu frenler. Lakin beceremezse, yaratılışında biraz da ateş bulunduğu için her zaman parlamaya, alevlenmeye hazır bir vaziyette olur. Onun için nefsi tevazu ile tedavi etmek gerektir. Kibir, kendini herkesten daha üstün sayma hastalığıdır. Bunu bilfiil belirtmektir. Oysa böyle bir sıfat sadece Allahü Teâlâ’ya (c.c.) mahsustur. Mahlûklardan her kim bunu iddia ederse, yalancı konumuna düşer.
Kibir üç çeşittir:
- İlahlık iddiası ile kibirlenmek: Firavun kendisini ilah ilan etti. Allahü Teâlâ (c.c.) da kalbini mühürledi ve ebedi iman nimetinden mahrum kalarak helak oldu.
- Allah Rasulü’ne (s.a.v.) karşı kibirlenmek: Mekke-i Mükerreme müşrikleri Allah Rasulü (s.a.v.) kendileri gibi zengin olmadığı için taaccüp ederek şöyle diyorlardı:
“Ne tuhaf! Allah halka gönderecek Rasul bulamadı mı da Ebu Talib’in yetimini gönderdi.”
- Enbiyanın dışındaki insanlara karşı kibirlenmek ki bu, halkın ekserisinin müptela olduğu kibirdir. Buna sebebiyet veren şeyler de yedi tanedir:
- İlim,
- İbadet,
- Nesep,
- Cemal (güzellik),
- Kuvvet,
- Mal,
- Etbâ (çocuklar, akrabalar ve kendisine tabi olanlar).
Senin evvelin atılmış bir nutfe, ahirin de murdar bir cifedir. Ve sen, doğumla ölüm arasında pislik, mesanede sidik, burnunda sümük, ağzında tükürük, kulaklarında kir, damarlarında kan, cildin altında irin ve koltuğunun altında pis kokunun hamalısın. Bu pislikleri vücudunda taşıyorsun. Ve sen günde birkaç defa helâda elinle pisliğini yıkıyorsun. İnsanoğlu alçaklık bakımından mezbeleden daha şiddetlidir. Öyle ise şu sayılanların hepsi, gururun değil, alçakgönüllülüğün ve hayânın sebebidir.
Bir zat anlatıyor:
Tavafta bir adam gördüm. Önünde hizmetçileri vardı. Etrafından insanları uzaklaştırıyorlardı. Bir zaman sonra aynı adamı Bağdat köprüsü üzerinde insanlara avuç açmış, dilenirken gördüm. Tavafta gördüğüm kişi olup olmadığını anlamak için gözümü bir daha dikip baktım. Bana:
‘Neden uzun uzun bakıyorsun?’ dedi. Ben de:
‘Seni tavafta etrafında hizmetçileri ile şu şekilde tavaf eden birine benzettim’ dedim. Dedi ki:
‘Evet, ben o kişiyim. İnsanların tevazu ettiği yerde kibirlendim. Allahü Teâlâ (c.c.) da insanların yükseldiği bir yerde beni alçalttı, bu hale koydu.’
Bu kıssa, kibrin sadece dünyadaki cezasından bir parçadır. Ahirette ise öyle dehşetlisi vardır ki, ondan kurtulmaya imkân yoktur.
Hz. Musa (a.s.) şu münacatı yaptı:
“Ya Rabbi! Sana halkın en sevimsiz geleni kimdir?” Ve şu cevabı aldı:
“Kalpten kibirli, dilden sert ve kaba, imanı zayıf, eli sıkı olan kimsedir.”
Bir adam, Şeyhül İslam el-Cami Hazretlerinin sohbetlerine devam ettiği sıralarda sürekli şeyhin başı üstünde bir nur görür. Nihayet hacca gidip gelince bu halini kaybetti ve şeyhe sebebini sordu. Şeyh Efendi buyurdu ki:
‘Evladım! Sen evvelce tevazu sahibi idin. Şimdi ise haccın seni mağrur etti, kendinde bir kıymet gördün. Bu sebep ile bulunduğun mertebeden düşürüldün.’
Hâtem-i Esâm diyor ki:
“Dünyada dört şeyi dört şeye bırakırsanız cenneti bulursunuz:
- Uykuyu mezara bırak. Nasıl olsa bol vaktin olacak. Şimdi ibadet ile meşgul ol.
- Övünmeyi mizana bırak. Sevapların çok olursa gurura hak kazanırsın.
- Rahatı sırata bırak. Ondan önce endişe içinde olmalısın.
- Arzularını da cennete bırak. Dünyada her şey fani, her istediğin mevcut değil. Ama orada her arzu ettiğin anında hazır ve tükenmesi de yok.
Demek ki dünya hayatı övünme mekânı değildir. Zaten sonunun ne olacağı belli olmayan bir insanın kendini beğenmeye hakkı kalmaz.
İmam-ı Gazali (k.s.) der ki:
“Ucub (kibirlenip kendini beğenmek) sırf cahilliktir. Onun ilacı ise yalnız ilimdir.”
Büyük âlim İbn-i Kemal ilmiyle biraz gururlanır. Bir derviş yanına gelerek Allahü Teâlâ’nın (c.c.) ve kullarının ilminden sorar. İbn-i Kemal bir kağıda görünür görünmez bir nokta koyar ve;
“İşte Allahü Teâlâ’nın (c.c.) ilmi yanında kullarınki bu nokta kadardır” der. Derviş:
“Peki, senin ilmin o noktanın neresindedir?” deyince İbn-i Kemal vaziyeti anlayıp gururuna son verir.
Hz. Musa (a.s.) Cenab-ı Hakk’a (c.c.) münacatta bulunur:
“Ya Rabbi! Bütün kavmim Senin birliğine iman ediyor. Senden niyazım şu ki; hepsini affına layık görüp, ednâ ve âlâsını bağışlamandır.”
Allahü Teâlâ (c.c.) Hz. Musa’ya (a.s.):
“Duanı kabul edeceğim fakat bana şu ednâ dediğin aşağılık kullarımdan birisini getir de hepsinin günahlarını affedeyim” buyurdu.
Bu hitabı işiten Hz. Musa (a.s.) sevinçle şehri gezmeye başladı. Âdemoğlu keremli bir yaratık olduğu için diğer mahlûkat arasında araştırma yaptı. Bu arada bir deri, bir kemik kalmış uyuz bir köpeğe rastladı. ‘Mahlûkatın en ednâsı olsa olsa budur’ diyerek uyuz köpeğin boynuna bir ip takıp Allahü Teâlâ’nın (c.c.) huzuruna götürmeye kalktı. O esnada köpek Allahü Teâlâ’nın (c.c.) kudreti ile konuşmaya başladı:
“Ey Allah’ın Nebisi! Beni nereye götürüyorsun? Söyle de yanlış bir iş yapmayayım” dedi. Hz. Musa (a.s.):
“Ben Allahü Teâlâ’nın (c.c.) emrini yerine getirmek istiyorum. Yoksa seni incitmek istemem” diyerek durumu anlattı. Köpek:
“Aman bunu yapmayasın. Eğer beni boynumda iple sürükleyerek götürürsen ben ilahi huzurda yücelirim. Ancak Senin bu hareketin zillete sebep olur. Allahü Teâlâ’nın (c.c.) bu emrinden kastı Seni imtihan etmektir. Sana öğüdüm olsun ki, daima alçakgönüllü ol. Hiç kimseyi hor görme. Allahü Teâlâ (c.c.) kullarının hor görülmesini istemez.
Dünya ehli hangi mahlûka kıymet vermezse o, Allahü Teâlâ’nın (c.c.) nezdinde yücelir. Belki ben yaratanımın indinde makbulümdür. Sizler küçük görebilirsiniz fakat Rabbim bana nice iyi hasletler bahşetmiştir. İnsanoğlunda bulunması gereken nice meziyetler vardır ki, ben onların çoğuna sahibim. Önüme koyulan bir lokma ekmeğin kıymetini daima bilirim. Verene ölünceye kadar minnet duyar, asla unutmam. Gece gündüz sahibimi beklerim. İnsan suretindeki birçok yaratıklar gibi nankör değilim. Kapısından ayrılmam. Bir gün ekmek vermeyi unutsa da hemen buğzetmem. Buna karşılık âdemoğlu nasıldır?
Kırk yık sırtında taşısan, bir kere bir arzusunu yapmasan hemen sana düşman olur. Bunca yapılan hizmetleri unutuverir. Ben az ile kanaat ederim. Açlığı kendime adet edinmişimdir. Hiçbir suçum olmadan sahibim bana vursa da asla karşı gelmem. Elime geçeni yer, yarın için endişede bulunmam. Her an Hakk’a şükrederim. Bu fani âlemin sevgisini kalbimden atıp terk-i dünya eylemişimdir.
Ayrıca gıybet gibi kötü huyum da yoktur. Kimsenin durumu ile ilgilenmem, kendi halimi düşünürüm. Bir de bende kıskançlık da yoktur. Boş iddialarla halk içinde kuru davalara da girmem. Aslında bu hasletlerin tümü âdemoğluna vaciptir. Ne var ki onlar yerine getiremediğinden biz telafi ediyoruz. Her ne kadar Cenab-ı Hak ‘Andolsun ki Biz âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır’ buyurmakla âdemoğlunu keremli kılmış ise de onlara hem izzet, hem de zillet verilmiş olup, bu ikisi arasında tercih yapmakta serbest bırakılmışlardır.”
Hz. Musa (a.s.) bunları dinleyince gözleri yaşla doldu ve şöyle dedi:
“Ey hayvancağız! Bilmeyerek sana eziyet ettim. Hatamı da anladım. Şu hikmete bak ki, Mevla (c.c.) beni ikaz için bir köpeği dile getirdi. Şimdi O’nun huzuruna hangi yüzle çıkacağımı bilemiyorum.”
O zaman köpek şu cevabı verdi:
“Ey Allah’ın Nebisi! İzzet ve saadet şişesini yere çal. Alçakgönüllülüğü şiar edin. Şu öğüdüm de derdine derman olsun. İpi kendi boğazına tak ve ‘Kendimden daha aşağısını bulamadım’ diyerek Mevla’nın (c.c.) huzuruna çık. Umulur ki affolursun.”
Hz. Musa (a.s.) bu öğüde kulak verip söylenilenleri aynen yaptı. Mevla Teâlâ (c.c.):
“Hani bana en ednâ kulumu getirecektin” deyince Hz. Musa (a.s.) cevaben:
“Ya Rabbi! Her şey Sana malumdur. Aradım, taradım, benden ednâsını bulamadım. Bu sebeple kendi nefsimi Sana getirdim” dedi. Mevla Teâlâ (c.c.):
“Ya Musa! Eğer o köpeği bu iple şu şekilde huzuruma çıkarsaydın, Seni nebiler defterinden silerdim. Fakat dilediğin özür sebebi ile seni affettim” buyurdu.
Büyük müfessir Kâdi Beyzâvî padişahın camide ayrı yerde namaz kılmasına sinirlenip bir gün yerine oturur. Padişah:
“Sen kimsin ki benim yerime oturuyorsun” der. Beyzâvî:
“Sizden iki derece üstün adamım” cevabını verir. Padişah oldukça sinirlenerek:
“Nasıl benden iki derece üstün olursun?” deyince:
“Padişahım, bundan sonra ne olacaksınız?” der.
“Yeryüzünün hâkimi.”
“Daha sonra ne olacak?”
“Hiç” diye cevap verince Kâdi Beyzâvî:
“İşte, ben şimdiden hiçim” der.
Yunus Emre ne güzel söylemiş:
“Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi.
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan.”
Her gün güneşin battığını gören, sonu da hiçlik olan bir insanın gururla ne alakası olabilir. Eğer herhangi bir sebep ile övünmesi gerekirse o sebebi halk eden Yaratan’ı düşünüp O’na olan şükrünü arttırması, böylelikle de kendini meydana gelecek olan gururdan muhafaza etmesi gerekir.
Yusuf Harzemî adlı şahıs tarafından bıçaklanması sebebi ile birkaç ay içinde vefat eden Sultan Alparslan’ın son sözleri ibrete şayandır:
“Ben ömrüm boyunca hiçbir zaman benlik, kibir ve gurur gibi şeylerde kalbime yol vermedim. Daima Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) bana ihsan etmiş olduğu zafer nimetleri için şükürde bulundum. Ne zaman ki orduma bakıp da bilek gücüme güvenerek ‘Artık benim karşıma kimse çıkamaz’ diye düşündüm, Allahü Teâlâ (c.c.) Yusuf gibi hakir, yarı mahpus bir insanı karşıma çıkararak bana ders verdi ve onun eli ile ölümümü hazırladı.”
Rabbim, cümlemizi kibir ve gurura kapılanlardan olmaktan muhafaza eyleyip tevazu ve alçakgönüllülüğü kendisine şiar edinenlerden eylesin… Rabbim yar ve yardımcınız olsun…