
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
Muhabbet, sevenin sevdiğinde kendi özelliklerini görmesinden kaynaklanır. Cenâb-ı Hak, bir kulunda kendi cemâlî sıfatlarını gördüğü nisbette o kulunu sever. Yâni bir mü’min, Allah ve Rasûlü’nün emir ve tavsiye buyurduğu güzel ahlâk ile ahlâklandığı nisbette ilâhî muhabbete nâil olur.
Muhabbet, sevdiği yolunda sahip olduğu her şeyin yok olmasını tercih etmektir.
Muhabbet, gerek huzurunda, gerekse gıyabında sevgiye uymaktır.
Muhabbet, sevenin kendi sıfatlarını yok edip sevgilisinin zatını ispat etmesidir.
Ebu Ali er-Rûzbârî “Muhabbet emredilene uymaktır” diye tarifte bulunmuştur.
Ebu Ebdullah el-Kureşî ise “Muhabbetin hakikatı, sana senden hiçbir şey kalmayacak şekilde gönlünü sevdiğine bağışlamandır” buyurmuştur.
Muhabbetin zirvesi Mevla Teala (c.c.) ile kulu arasında olan muhabbettir. Allahü Teala (c.c.) ile kulu arasındaki muhabbet iki açıdan ele alınabilir. Bunlardan birincisi, Mevla Teala’nın (c.c.) kulunu olan muhabbeti, ikincisi de kulun Mevla Teala’ya (c.c.) olan muhabbetidir.
Allahü Teala’nın (c.c.) kula muhabbeti, kuluna özel bir nimet vermeyi irade etmesidir. Allahü Teala’nın (c.c.) kuluna rahmet etmesi, kula nimet vermeyi irade etmesi anlamına gelir. Öyleyse rahmet iradeden daha hususi, muhabbet de rahmetten daha hususi bir tabirdir.Mevla Teala’nın (c.c.) kula sevap ve nimet vermeyi irade etmesine rahmet, kuluna yakınlık ve yüce haller tahsis etmeyi irade etmesine de muhabbet ismi verilir. Allahü Teala’nın (c.c.) iradesi tek bir sıfat olmakla birlikte bu sıfat, ilgili bulunduğu şeylerin farklı oluşuna göre isim alır. Bu durumda ilahi irade genel olarak nimetlerle ilgili olursa rahmet, özel biçimde nimetlerle alakalı olursa da muhabbet adını alır.
Kulun, Mevla Teala’nın (c.c.) muhabbetine nail olabilmesi, ona yaklaşmak için vesilelere sarılmaya ve ibadetlerinde gereken özeni ve ihtimamı göstermeye bağlıdır. Kul Mevla Teala’nın (c.c.) sevgisini kazandıktan sonra Mevla Teala (c.c.), kuluna her daim özel ikramlarda bulunacaktır ki bunun delili, şu hadis-i kutsidir:
Ebu Hureyre (r.a.) Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) rivayet ediyor: “Şüphesiz Allahü Teala (c.c.) buyurdu: Kim benim dostuma savaş açarsa muhakkak ben de ona savaş açarım. Kulum bana kendisine farz kıldığım ibadetten daha sevgilisi ile yaklaşmadı. Kulum bana nafileler ile yaklaşmaya devam eder. Ta ki ben onu severim. Ben onu sevdiğim zaman onun kulağı olurum, onunla işitir. Onun gözü olurum, onunla görür. Onun eli olurum, onunla tutar. Onun ayağı olurum, onunla yürür. Benden istediğinde hemen veririm. Bana sığındığı zaman hemen onu korurum.”[1]
Kulun Mevla Teala’ya (c.c.) olan muhabbeti ise her müslüman için farzdır ve bütün sevgilerden önde gelmesi elzemdir. Gerçek Müslümanlık Allah ve Resûlünü herşeyden çok sevmekten geçer. Bunun aksini düşünmek mümkün değildir. Nitekim bir ayet de şöyle buyurarak mevzuun ehemmiyetini tesbit eder:
“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesad (a uğramasın) dan korka geldiğiniz bir ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah'tan, O'nun peygamberinden ve O'nun yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah fasıklar güruhunu hidayete erdirmez.’ ”[2]
Bu manadaki muhabbet için Hz. Ebubekir (r.a.) şöyle demiştir: “Kim Allah’ın (c.c.) gerçek muhabbetini tadarsa, bu onu dünya talebinden uzaklaştırır ve bütün halktan ürkütür.”
İmam-ı Hasan (r.a.) şöyle demiştir: “Rabbini tanıyan onu sever. Dünyayı tanıyan ona zâhid olur. Mü’min bir kimse oynayıp gaflete dalmaz. Düşündüğü zaman üzülür.”
Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: “Allah’ın (c.c.) kulları içinde öyle bir grup vardır ki cennet ve cennetin içindeki nimetler bile, onları Allah’tan (c.c.) uzaklaştırmaz. Onlar dünya ile nasıl Allah’tan (c.c.) uzaklaşacaklardır?”
Rivayet ediliyor ki:
Hz. İsa (a.s.) bedenleri zayıf düşmüş, beti benzi uçmuş üç kişinin yanından geçerek kendilerine şöyle sordu:
“Sizi bu hale getiren nedir?” Onlar:
“Ateş korkusu!” dediler. Hz. İsa:
“Korkan bir kimseyi emniyete kavuşturmak Allahü Teâlâ’nın üzerine haktır” dedi.
Sonra onları geçti. Başka bir üç kişiye rastladı. Baktı ki onlar daha zayıf, benizleri daha uçuk.
“Sizi bu hale getiren nedir?” diye sordu. Onlar:
“Cennete olan şevkimiz!” dediler. Hz. İsa (a.s.):
“Size umduğunuzu vermek Allahü Teala’nın (c.c.) üzerinde bir hak oldu” dedi.
Sonra onları geçip üçüncü bir gruba rastladı. Baktı ki onlar daha zayıf ve benizleri daha uçuk. Sanki onların yüzünde bir nur vardır.
“Sizi bu gördüğüm dereceye ulaştıran nedir?” dedi. Onlar:
“Biz Allah’ı (c.c.) seviyoruz! (Bizi bu hale getiren Allah (c.c.) sevgisidir)” dediler. Hz. İsa (a.s.):
“Mukarrebler sizlersiniz! Sizsiniz mukarrebler! Sizsiniz mukarrebler!” dedi.
Abdülvahid b. Zeyd kar içerisinde dikilen bir kişinin yanından geçerken;
“Sen üşümez misin?” dedi. Adam:
“Kimin içinde Allah muhabbeti varsa o üşümeyi hissetmez!” diye cevap verdi.
Hz. İbrahim (a.s.) ruhunu kabzetmek üzere gelen ölüm meleğine;
“Sen hiç dostunu öldüren bir dost gördün mü?” diye sorunca, Allah Teâlâ (c.c.) ona vahiy göndererek:
“Sen hiç sevdiğinin huzuruna varmaktan çekinen bir dost gördün mü?” dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim (a.s.):
“Ey ölüm meleği! Hemen ruhumu kabzet!” dedi.
Bu durumu ancak bütün kalbiyle Allahü Teala’yı (c.c.) seven bir kul bulabilir. Bu kul ölümün sevdiği ile birleşmeye sebep olduğunu bilince hemen ölüme doğru atılıverir. Çünkü Allahü Teala’dan (c.c.) başka bir sevdiği yoktur ki ona iltifat etsin.
İmanın lezzetini tadabilmek için muhabbetin sırf Allahü Teala (c.c.) için olması şarttır. Bunun da bazı alametleri vardır. Sehl (rahimehullâh) bunu şöyle izah eder:
“Allahü Teala’yı (c.c.) sevmenin alameti, Kur’an-ı Kerim’i sevmektir. Allahü Teala (c.c.) ve Kur’an-ı Kerim sevgisinin alameti, Peygamber’i (s.a.v.) sevmektir. Peygamber sevgisinin alameti, sünneti sevmektir. Sünneti sevmenin alameti, ahireti sevmektir. Ahireti sevmenin alameti, dünyadan hoşlanmamak (yani onun nefsani cazibelerine aldanmamak)tır. Dünyadan hoşlanmamanın alameti de ahiret azığı olabilecek kadarının dışında onun varlığından uzak durmaktır.”
Allahü Teala’yı (c.c.) sevmenin en belirgin nişanesi O’nun Habibi’ne (s.a.v.) tabi olmak ve O’nun sünneti seniyyelerini yaşayarak O’nun yolundan gitmektir ki, bu gerçek şu ayet-i kerime ile beyan edilmektedir:
“(Habibim)de ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı örtsün. Çünkü Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.’ ”[3]
Yine iman düsturlarının zikredildiği hadis-i şeriflerde Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
“Üç haslet vardır ki bunlar kimde varsa imanın tadını duyar:
1- Allah(c.c.) ve Rasulü’nü (s.a.v.) bu ikisi dışında kalan herşeyden ve herkesten daha çok sevmek,
2- Bir kulu sırf Allah(c.c.) rızası için sevmek,
3- Allah(c.c.), imansızlıktan kurtarıp İslam’ı nasib ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.”[4]
Hadis-i şerifte, Allah (c.c.) ve Rasulü (s.a.v.) dışında kalan kimseleri sevmede de ölçü verilmekte, Allah’ı (c.c.) memnun etmeyecek sevmelerden, buğzetmelerden kaçınmak emredilmektedir. Yani Allah’ın (c.c.) seveceği Hakk dostlarını sevmek, Allah’ın (c.c.) sevgisine lâyık olmayacağı belli olan sefih, hevaperest, din düşmanı kimseleri sevmemek. Allah (c.c.) rızası için olmayan sevmeler bizi dünyada onların yolunda gitmeye sevkedeceği gibi âhirette de zarara sebep olacaktır. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) “(Ahirette) kişi sevdiği ile beraber olacaktır”[5]buyurmuştur.
“Sizden biri, beni, babasından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş sayılmaz.”[6]
Yine Hz. Abdullah İbn-u Hişâm (r.a.) anlatıyor: “Biz Rasulullah (s.a.v.) ile beraberdik. O sırada Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ömer’in (r.a.) elinden tutmuştu. Hz. Ömer (r.a.):
‘Ey Allah’ın Rasulü! Sen bana, nefsim hariç herşeyden daha sevgilisin!’ dedi. Rasulullah (s.a.v.) hemen şu cevabı verdi:
‘Hayır! Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e(c.c.) yemin ederim, ben sana nefsinden de sevgili olmadıkça (imanın eksiktir)!’
Hz. Ömer (r.a.):
‘Şimdi, sen bana nefsimden de sevgilisin!’ dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.):
‘İşte şimdi(kamil imana erdin) ey Ömer!’ buyurdular.”[7]
Allahü Teala’ya (c.c.) ve O’nun Rasulü’ne (s.a.v.) duyulan muhabbetten sonra muhabbetin en faziletlisi ve de menfaatlisi Allah dostlarına duyulan muhabbettir. Zira onlara duyulacak olan muhabbet, onlardan alınacak olan feyzin ziyadeleşmesine vesiledir. Mevlana Halid-i Bağdadi (k.s.) Risale-i Halidiyye’de şöyle beyan etmektedir:
“Allah dostlarından feyiz alabilmek üç şeye bağlıdır:
Birincisi ihlas, ikincisi edeptir. Çünkü Allah dostlarından feyiz elde etmek ancak onların kalplerinden alınabilir. Böyle olduğu halde bir mürid ki, onun kalbi ihlas elbisesinden soyulmuş, ya da Allah dostları hakkında edebe zıt hareketi varsa, bu durumda o müride, o zatların feyizle dolu iç alemleri meyletmez.
Üçüncüsü ise Allah dostlarına muhabbet etmek ve onları örnek kabul etmektir. Çünkü muhabbet, feyzin çokluğuna ve son derecede artmasına sebeptir.
Şu halde bir müritte söylenen üç şey; ihlas, edep ve muhabbet ne kadar çok bulunursa, hiç şüphe yok ki elde edilecek feyzinin de o kadar artacağı kesin ve tam bilinen bir şeydir.
Feyz elde edebilmenin birinci şartı, kamil mürşide muhabbet beslemek ve onu örnek kabul etmektir. Ayrıca bu sevginin yapmacık ve zorlama olmaksızın, doğruluk yani gayri samimi olmaması ve gösterişten uzak, yakin yani şüpheden uzak olarak bulunması gerekir.
Çünkü muhabbet, müridin iç aleminden mürşidin içine akan, manevi bir nehir gibidir.Onun sayesinde devamlı olarak feyiz alma imkanını elde bulundurur. Bu manevi nehrin genişliği, müritteki muhabbetin az veya çokluğuna bağlıdır.
Bazen muhabbetin coşması anında o manevi nehir, deniz gibi olup müridin kalbi, mürşidin tarafına teveccüh eder. Hatta bu muhabbetin çokluğu sebebiyle kalbini şeyhine yönelten mürid, şeyhinde fani olup, mürşidinin bütün halleri bir anda müridin kalbine aksetmiş olur.
Tasavvufi terbiyede önemli yer tutan muhabbet, diğer iki emri yani edep ve ihlas sahibi olmayı da gerekli kılar. Çünkü seven bir kimse, sevdiğine karşı edebe riayet ve ihlasa (samimi olmaya) sürat edegelmiştir. Seven kişilerin, sevdiğine karşı yaptığı fedakarlık bunun bariz bir delilidir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
‘Bir şeyi sevmen, kör ve sağır eder.’[8]
Buna göre seven kişi, sevdiğinde kusur göremez ki, aksi takdirde sevgisinde samimi olmadığını gösterir ve böylece kendisinden ihlas ve yakin yok olur.
Hak dostuna bağlayıcı özelliği olan bu maddelerin bir kişide mevcud olması, onun feyiz almasına sebeptir. Evliyaullah’a bağlı olmasa da bu muhabbet ve sevgi sebebiyle feyiz elde eder. Yeter ki samimi ve saf bir niyet ile beraber olsun.”
Makbul olan muhabbetlerin bir diğeri de kişinin mü’min kardeşine Allah için muhabbet duymasıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hadis-i şeriflerinde bu konu hakkında şöyle buyurmuştur:
“Aziz ve Celîl olan Allahü Teâlâ(c.c.) kıyamet günü şöyle diyecek: ‘Benim celâlim adına sevişenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim!’”[9]
“Nefsim yed-i kudretinde olan Zât’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız! Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yaygınlaştırın!”[10]
“Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü’minlerin misâli, bir bedenin misâlidir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler.”[11]
Rivayetlerde bildirildiğine göre Allahü Teâlâ (c.c.) Hazret-i Musa’ya (a.s.):
“Ey Musa! Sırf Ben’im için işlediğin bir amelin var mı?” diye sorar. Hz. Musa (a.s.) da:
“Allah’ım! Sen’in için namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim, secde ettim. Sana hamd ettim, kitabını okudum, Sen’in adını andım” der. Allahü Teâlâ (c.c.) buyurur ki:
“Yâ Musa! Namaz senin kılavuzundur, oruç sana kalkandır, verdiğin sadaka üzerine gölge olacaktır, secdedeki tesbih senin için cennette ağaç olacaktır. Kitabımı okuman sana köşk ve hûri sağlayacaktır. Ben’im adımı anman da senin ışığın olacaktır. Sırf Ben’im için hangi ameli işledin?” Bunun üzerine Hz. Musa (a.s.):
“Yâ Rabbi! Bana sırf Sen’in için olacak bir amel bildir ki, onu işleyeyim” der. Allahü Teâlâ (c.c.):
“Ey Musa! Ben’im için hiç dost edindin mi? Yine Ben’im adıma hiç kimseyi düşman bildin mi?” buyurur.
Böylece Hz. Musa (a.s.), Allahü Teala (c.c.) katında en makbul amelin, O’nun için sevmek ve O’nun namına düşmanlarından nefret etmek olduğunu anlar.
Allahü Teala’nın (c.c.) bunca nimeti karşısında kişinin muhabbetini dünyaya yöneltmesi ise Feridüddin Attar’ın naklettiği bir hikayede olduğu gibi, bir padişahın yanında büyük itibârı olan bir av köpeğinin, bir av seferinde basit bir kemik parçasına takılıp, asıl sahibi olan padişahı unutması gibi bir bedbahtlıktır. Dünya imtihanında insan da tıpkı bu misaldeki gibi pek çok kemiklere veya olta ucundaki yemlere muhataptır. Hz. Mevlana (k.s.) ne güzel buyurur:
“Nice balık vardır ki, su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.”
Bir kulun, nefsani arzularının esiri olup Rabbini unutması da bundan farksızdır. Dünyanın aldatıcı yaldızlarına kanarak Mevla Teala (c.c.) katındaki ulvi mevkiini zayi etmek, nadide pırlantalarla bezenmiş altın bir vazoyu, adi bir teneke parçası karşılığında satmak gibi bir cehalettir. Hz. Mevlana (k.s.), insanın bu garip aldanışını da şu teşbih ile izah eder:
“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda sevdalanıp gönül kaptırmasıdır.”
İşte, Mevla Teala (c.c.) ve O’nun değer verdiği şeylere muhabbet etmek varken, dünyaya ve dünya nimetlerine meyletmek ve muhabbet etmek, kuzunun kurda sevdalanması kabilinden bir şekavettir.
Rabbim bizleri, gerek kendisine, gerek Habibi’ne ve veli kullarına ve gerekse mü’minlere karşı muhabbet besleyen ve muhabbet makamına layık edep sergileyen kullarından eylesin… Rabbim yar ve yardımcımız olsun…